Dinde Asli Meseleler Nedir?

Bu konu usuli bir konu olduğu için anlaşılması zor olsada inşallah elimden geldiğince açık hale getirmeye çalışacağım. Cehaleti mazaret olarak saymayanlar, Hafi yani gizli kalmış meselelerde cehaletin özür olduğunu, zahir yani dinin aslı olan meselelerde cehaletin mazeret olarak kabul etmediklerini ifade ederler.

Bu konuda Fevzan’ın Mukaddimesini yazdığı Müellifi “Ebil Ala er-Raşid”in “Aridu el-cehli” kitabında bu sınıflamanın tarifi; Zahir(açık) olan meselelerin şunlar olduğunu ifade ederler; Uluhiyyet tevhidi, Rububiyyet tevhidi, büyük şirk, dinde bilinmesi zaruri olan meseleler yani zekat, namaz, hac vb. gibi olanlar, yine zina, içki gibi meselelerde, İslam’a yeni girmiş yada ilmin olmadığı yerde yaşayan kimse dışında cehalet mazeret değildir, tevilde olmaz.(1)

Hafi(kapalı,gizli) yani dinde bilinmesi zorunlu olmayan şeyler ise; Esma ve Sıfat, Ehli Sünnet’in kendi içerisinde ihtilaf ettiği akaid ile ilgili konular, ve füru yani içtihada dayalı hükümler gibi meseleler hafi meselelerdir. Cehalet bu konularda mazerettir(2) derler.

Daha sonra gerek Hanefi alimlerden Molla Aliyyul Kari’nin asli meseleler yani tarifini yaptığımız zahir meselelerde cehalet olmadığını söylemesi(3) gerek hanbeli ve maliki bazı alimlerden dinin aslında yani zahir olan meselelerinde cehalet özür değildir, söylemlerini delil olarak sunarlar.

Bu alimler, dinin aslı olarak saydıkları durumların küfür fiili yada sözü olduğunu söylemiş ve nakletmişlerdir. Ancak bu fiilleri işleyen kimseleri tekfir etmemişlerdir. Yani amel küfür amelidir ancak bu küfür amelleri işleyen kimsenin durumu net bir şekilde ortaya çıkana kadar tekfir edilmez. Kaldı ki dinin aslı diye söylenen bu durumlar kimi zamanlarda zahir yani bilinen bir şeydir kimi zamanlarda hafi yani herkesçe bilinen bir durum olmayabilir. Yani zahir ve hafi meseleler göreceli bir meseledir ki kim için zahir kim için hafi sorusu yada ne zaman hafi oldu sorusu bu konuda  işin özünü ortaya çıkarmaktadır. Konuyu biraz daha detaylı ele alacak olursak, Resulullah döneminde zahir(açık) olan bir mesele halifeler döneminde hafi hale gelebilir, yine dört halife devrinde zahir olan bir mesele imamlar devrinde hafi olabilir yani dolaysıyla zaman geçtikçe ve devirden devire meseleler hafi yada zahir olarak ortaya çıkabilir. Konunun daha iyi anlaşılması için bir örnek verip daha sonra Şeyhul İslam ibn Teymiyye’nin meseleleri bu şekilde zahir-hafi, usul-furu vb. diye sınıflayanlara reddiyesini ele alacağız.

Hz. Ömer döneminde Kudame bin Mazun ve onunla birlikte olan bazı sahabeler, içkinin helal olduğunu söyleyip içki içiyorlardı, Hz.Ömer kendisine ceza vermek isteyince kendilerinin ceza almamaları gerektiğini ifade ederek şu ayeti delil getirdiler; “İman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlara, günahlardan sakındıkları ve imanlarını koruyup iyi işler yapmayı sürdürdükleri, sakınmaya devam edip imanlarına bağlı kaldıkları, hem günahlardan sakınıp hem en iyiyi yapmaya çalıştıkları takdirde daha önce yiyip içtiklerinden ötürü bir günah yoktur. Allah, rızasına uygun davrananları sever.”(Maide/93) Kudame ve onunla beraber olanlar salih amel işlemekle birlikte yiyip içtiklerinde bir günah olmadığını iddia ediyorlardı. İçkinin  haramlığı zahir olmasına karşılık hiçbir sahabe Kudame ve diğer sahabeleri tekfir edip dinden çıktıklarını iddia etmemişlerdir.

Bu örnekten anlıyoruz ki içkinin asıl meselelerden olmaması Kudame’nin yanında gerçekleşmemiş yani Kudame’ye göre içkinin haram olması asıl meselelerden olmamıştır.

Şeyhul İslam İbn Teymiyye bu konu hakkında şöyle der; ”Onlardan hiç biri ‘’kişinin inkar etmekle kafir olacağı usûli(zahir-asli) meseleler ve inkar etmekle kafir olmayacağı füru(hafi) meseleler’’ diye meseleler arasında bir ayrım yapmamışlardır. Meseleleri bu şekilde ayırmaya gelince, bunun ne sahabeden ne de onlara ihsan ile tâbi olanlardan ne de İslam imamlarından bir aslı yoktur. Aksine bu tür görüşler, hakikatte Mutezile ve emsalleri olan diğer bidat ehlinden alınmadır.”(4)

İbn Teymiyye bu ayrımın yanlış olduğunu bunu Sahabe’den, ne Tabiin’den nede İmamlar’dan sabit olmadığını ifade etmiştir. İbn Teymiyye böyle bir ayrımın yapılmasını dolaylı yolla icmaya aykırı bulduğunu ifade etmiş gerekçesi ise şu şekildedir; “Eğer dese ki: usûl meseleleri kat’i meselelerdir. Ona denir ki: Bir çok amelî mesele vardır ki kat’idirler.(asli) Yine bir çok itikadi konular vardır ki kat’i değildirler.(hafi) Meselenin kat’i veya zanni(zahir-hafi) oluşu göreceli bir şeydir. Nitekim bir meselede kişiye kati delil açık olduğundan dolayı o mesele o kişiye göre kati olabilir. Bu, tıpkı bir nassı direk Rasûlden işittiği ve Rasûlün o nass ile neyi kastettiğini kati olarak bilen kişinin durumu gibidir. Ama ne var ki aynı nass, bırak kati olmayı, nassın kendisine ulaşmamasından veya ulaşıp da sâbit görmemesinden veya o nassı anlamamasından dolayı bir başkasına göre aslen hiç zanni bile olmayabilir.”(5) Şeyhul İslam’ın bu cümlesi bu konuda can alıcı niteliktedir. Nitekim bizim yukarda ifade ettiğimiz gibi bu gibi meselelerin göreceli olduğunu ifade etmiştir. “Nitekim bir meselede kişiye kati delil açık olduğundan dolayı o mesele o kişiye göre kati olabilir” Sözünden anlaşılan bizim hüccetin ikamesi konusunda detaylandırdığımız “Fehmül Hücce” yani delilin anlaşılması gerektiğine işaret eder. Kudame örneğinde olduğu gibi Hz.Ömer’in yanında içkinin haramlığı sabittir ancak Kudame için içki ayetleri onun haramlığı için yeterli değildir yani bu içki ayetlerini, Kudame yeterince anlamamıştır yada bir şekilde onun yanında sabit olmamıştır. Dolaysıyla bir hüccetin(delilin) kati olması o kimsenin o delili anlayıp anlamamasına bağlıdır. Şayet o nassı anlamamışsa bu kimse için zahir-asli olması söz konusu değildir. Şeyh’in devamındaki şu sözü; “Ama ne var ki aynı nass, bırak kati olmayı, nassın kendisine ulaşmamasından veya ulaşıp da sâbit görmemesinden veya o nassı anlamamasından dolayı bir başkasına göre aslen hiç zanni bile olmayabilir.” Buna işaret eder.

İbn Teymiyye’nin asıl feri meselelere yaklaşımı tam olarak bu şekildedir, İbn Teymiyye’nin bu ayrımını anlamayan tekfir ehli onun bu gibi cehaleti özür saydığı cümlelerini anlamamaktadır. Buda onları ya çıkmaza yada İbn Teymiyye’nin metoduna uymayacak şekilde alakasız tevil yapmaya sürüklemektedir.

İbn Teymiyye’nin bu ayrımı yaptığını anladıktan sonra onun ister akidevi ister ameli meselelerde esas olarak “Hüccet’in İkamesi” ni esas aldığı daha iyi anlaşılacaktır. Nitekim asli meseleler diye bilinen bazı hükümler için şu açıklamaları onun metodunu ortaya koymaktadır

İbn Teymiyye şirk diye amelleri sıraladıktan sonra şöyle der; “…fakat cehaletin galip gelmesi ve risalet bilgilerinin muteahhirlerin (peygamberden sonraki insanların) arasında yaygın olması nedeni ile kendilerine peygamberin getirdikleri beyan (açıklama) edilmediği sürece bu gibi kimselerin tekfir edilmeleri mümkün değildir. Bu hüküm, ta ki kendilerine Resulullah’ın getirmiş olduğu hüccet, kendilerine açıklanıncaya kadar böyledir.”(6)

İbn Teymiyye  cehaletin hakim olduğu zaman hüccetin ikame edilmeden tekfir edilmeyeceğini ikrar etmiştir. İbn Teymiyye’nin bu usulünü anlamamız için diğer bir örnek ise şudur.

İbn Teymiyye’ye şöyle bir soru soruluyor; “ (Soru);Acaba büyük din alimlerimiz ve önderlerimiz, şeyhleri tazim edip onlara zor anlarında istiğase(sığınma) eden, onlara yalvaran, kabirlerini ziyaret eden, kabirlerini öpen, toprakları ile teberrük eden, oralarda gece boyunca mumlar yakan, uzak yerlerden gelerek özel ziyaret zamanları tayin eden, onlara adaklar adayıp oralarda namaz kılan ve diriliş geceleri diye isimlendirdikleri geceleri bayram yerine çeviren kişiler hakkındaki hükümleri nedir? Bunlar için ne derler?” Bu soru çok dakik ve önemli bir sorudur ki bugün insanları tekfir edenlerin gerekçelerinden biride istiğase, teberrük vb. amellerin şirk ameli olması dolaysıyla bunu yapanların ister cahil olsun ister bilen olsun müşrik olduklarını iddia etmektedirler. Bu soruya İbn Teymiyye’nin verdiği cevap şu şekildedir; “Bu şirk, eğer kişiye hüccet ikamesi yapıldıktan sonra vazgeçmeden yapılırsa, bunu yapanlar benzeri olan diğer müşrikler gibi öldürülürler. Müslümanların mezarlığına defnedilmez, namazları kılınmazlar. Ancak böyle biri cahil ise, ilim kendisine ulaşmamış ve Nebi’nin müşriklerle savaş sebebi olan şirkin hakikatini bilmiyorlarsa onun küfrüne hükmedilmez. Özellikle bu şirklerin Müslümanlar arasında çoğaldığını göz önüne almamız gerek. Böyle biri bu gibi şeylere yakınlık ve Allah’a itaat zannederek inanırsa Müslümanların ittifakı ile O delalettedir. Ancak kafir olması için kendisine hüccetin ikame edilmesi gerekir.”(6) İbn Teymiyye bu amelin şirk olduğunu ifade etmiş ama ona hüccet ikame edilmekdikçe tekfir edilmeyeceğine hükmetmiştir. “Özellikle bu şirklerin Müslümanlar arasında çoğaldığını göz önüne almamız gerek. Böyle biri bu gibi şeylere yakınlık ve Allah’a itaat zannederek inanırsa Müslümanların ittifakı ile O delalettedir. Ancak kafir olması için kendisine hüccetin ikame edilmesi gerekir” cümlesi ise tekfir ehlinin “Kur’an ulaşmışsa cehalet mazeret olmaz” şüphesine cevap olmuştur.

İbn Teymiyye’nin bu usulü yani Zahir-Hafi yada Asıl-Feri meseleler hakkındaki usulünün yani bu kavramların şahısların durumuna göre değişeceği konusunda ümmetin onda icma ettiğini söylemesi bizim diğer mezhep imamlarının da bu minvaldeki ifadelerini bu usul üzerine değerlendirmemiz gerektiğini bilmemizi sağlıyor. Yani Zahir ve Hafi(asıl-feri) meseleler ancak kişinin anlayışına göre değişir eğer o kimseye hüccet ikame edilmişse, delil onun yanında sabit olduğu ve bu şahısta bildiği halde reddedip ona göre davrandığı için dinden çıkmış olur. Ancak kendisine hüccet ikame edilmemişse bu kimse mazeret sahibidir gerek “asli” meselelerde gerekse “füru” meselelerde olsun farketmez çünkü İbn Teymiyye’nin dediği gibi Nitekim bir meselede kişiye kati delil(asli-zahir) açık olduğundan dolayı o mesele o kişiye göre kati(asli-zahir) olabilir. Bu, tıpkı bir nassı direk Rasûlden işittiği ve Rasûlün o nass ile neyi kastettiğini kati(asli-zahir) olarak bilen kişinin durumu gibidir. Ama ne var ki aynı nass, bırak kati(asli-zahir) olmayı, nassın kendisine ulaşmamasından veya ulaşıp da sâbit görmemesinden veya o nassı anlamamasından dolayı bir başkasına göre aslen hiç zanni(feri-hafi) bile olmayabilir.” Dolaysıyla Molla Aliyyul Kari, Karafi vb. selef alimlerin sözleri bu usul çerçevesinde anlaşılmalıdır. Bir diğer makalede (inşallah) dinin aslı denilen şeyin göreceli olduğunu ancak hüccetin ikamesi ile ortaya çıkabileceğini delilleri ile anlatacağız.

Kaynakça;

1- Ebu Ala er-Raşid Aridu el-Cehli s.39
2- Ebu Ala er-Raşid Aridu el-Cehli s.43
3- Molla Aliyyul Kari Fukhul Ekber s.292
4- Fetava/23-s.347
5- Fetava/23-s.347
6- Bekriyye Redd/2-293

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir