5.Delil; Cehaletin asli meselelerde de mazeret olduğuna dair diğer bir delil ise şu hadistir; “Huzeyfe İbn Yaman anlatıyor; “Elbisenin nakışı silinip gittiği gibi İslâm da silinip gider. Hatta oruç nedir, namaz nedir, hac ve umre nedir, sadaka nedir bilinmez. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ı (Kur’ân-ı Kerîm) bir gecede kaldırılıp götürülür, yeryüzünde ondan tek bir âyet bile kalmaz. Bir takım çok yaşlı erkekler ve kadınlar kalır ve: ‒Biz atalarımıza yetiştik, onlar lâ ilâhe illallâh cümlesini söylüyorlardı, biz de onu söylüyoruz!” Huzeyfe (r.a) bu hadisi anlatınca orada bulunan Sıla (r.a) kendisine: “O yaşlılar namaz nedir, oruç nedir, hacc nedir, sadaka nedir bilmezken Lâ ilâhe illallâh kelimesi onlara bir fayda sağlar mı?” dedi. Huzeyfe (bu söze) cevap vermedi. Ama Sıla bu sorusunu üç kere tekrarladı. Her seferinde Huzeyfe ondan yüz çevirdi. Sıla (r.a) üçüncü defa tekrar edince: “Ey Sıla, Kelime-i Tevhid onları cehennemden kurtarır.” dedi ve bunu üç kere tekrar etti.”(1)
Bu hadis hiçbir şey bilmediği hatta gerek namaz, oruç ve hac gibi asli ibadetlerin mahiyetinden cahil olan kimselerin sadece Kelime-i Tevhid ile cehennemden kurtulabileceğini ifade etmektedir. Sahabenin anlayışı bu minvaldedir. Hz.Huzeyfe’nin ısrarla yüz çevirmesinin altındaki hikmet ise bu hakikatin insanları tembelliğe sevketme endişesi olsa gerek.
Cehaleti özür olarak görmeyenler bu hadise itirazları hadise çok zahiri bakıp maksadından uzaklaştırarak yaptıkları şu yorumdur; “Bu hadis sadece yaşlı kimselerden bahsetmektedir. Yani ilme ulaşmaya aciz olanlar”.
Bu itiraz çok zayıf bir itirazdır ki hadisin başında da belirtilen “elbisenin nakışı silinip gittiği gibi…” cümlesi topluma cehaletin hakim olması noktasındadır. Öyle ki ibadetlerin mahiyeti bile bilinmez hale gelir. Cehalet o kadar yaygın olur ki yaşlı bir kesim duydukları Kelime-i Tevhid’e iman ederler ama mahiyetinden haberdar olmazlar. Hadisler maksatlarıyla anlaşılır bu hadisin maksadının cehaletin asli meselerde bile mazeret olduğuna işaret etmesidir. Çünkü Kelime-i Tevhid’in muayyenini bilmeyen bir kimse ona inandıktan sonra Müslümandır.
İbn Teymiyye’nin bu hadis hakkındaki yorumu şu şekildedir; “ İnsanların bir çoğu Nübevvet’in mesajının silinip gittiği zamanlarda ve mekanlarda yaşarlar taki Allah’ın Resulu ile Kitab’ı ve Hikmeti gönderdiğini tebliğ eden kimse kalmaz. Allah’ın ve Resulü’nün getirdiklerinin çoğu bilinmez, bunu tebliğ edecek kimse de kalmamıştır. Bunun gibi bir durumda tekfir edilmez. Bundan dolayı ıssız ilimden uzak bölgede yaşayan kimseler ve İslam ile yeni tanışmış kimseler, mütevatir, zahir olan meseleleri inkar etseler bile onların küfrüne hüküm verilmez…”(2)
Acziyet iki şekildedir, birinci İbn Teymiyye’nin de vurguladığı gibi ıssız uzak bir yerde yaşamış bundan dolayı ilme ulaşması mümkün değildir. Diğer bir acziyet ise hükmi acizliktir ki sahih ilme ulaşması için engelleri olan kimsedir. Öyleki, ilimle meşgul olmasına rağmen hak bilgiye ulaşamamaktadır gerek hocasından ve diğer arizi sebeplerden dolayı. İşte bu sebeple böyle kimselerde bu mazeretten dolayı tekfir edilmezler. İbn Teymiyye kendisine sorulan bir şirk ameline cevap verirken hükmi acizlikten de bahsetmiştir; “Özellikle bu şirklerin Müslümanlar arasında çoğaldığını göz önüne almamız gerek. Böyle biri bu gibi şeylere yakınlık ve Allah’a itaat zannederek inanırsa Müslümanların ittifakı ile O delalettedir. Ancak kafir olması için kendisine hüccetin ikame edilmesi gerekir.”(3) demiştir. Müslümanların arasında çoğalması durumu hükmi acziyete örnektir. Nitekim bu kimseler tekfir edilmez kendilerine ancak tebliğ edilip hüccetin ikame edilmesi gerekir.
6.Delil; “Kıyamet Günü dört kimse vardır; Hiçbir şey işitmeyen sağır kimse, ahmak kimse, yaşlı kimse ve Fetret Döneminde ölen kimse. Sağır kimseye gelince şöyle der; “Rabbim! Gerçekten İslâm geldi ancak ben hiçbir şey işitmiyordum.” Ahmak kimseye gelince şöyle der; “Rabbim! Gerçekten İslâm geldi ancak çocuklar bana pislik atıyordu.” Yaşlı kimseye gelince şöyle der; “Rabbim! Gerçekten İslâm geldi ancak ben hiçbir şey akledemiyordum.” Fetret Döneminde ölen kimseye gelince şöyle der; “Rabbim! Bana Senden bir resul gelmedi.” Onlardan ona (resule) itaat edeceklerine dair misak alınır. Onlara gönderilen (resul) onlara ateşe girmelerini emreder.” Dedi ki; “Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin olsun ki, eğer ateşe girmiş olsalardı, ateş onlara soğuk ve selâmet olurdu.”(5)
Bu hadisin sıhhati hakkında ihtilaf vardır kimileri zayıf kabul ederken kimileri hasen ve sahih olarak kabul etmişlerdir. İbn Kesir ve İbn Hacer bu hadisin hasen olduğunu ifade etmişlerdir.(6)
Bu hadis bir kesimin kendilerine deliller ulaşmadığı için mazur olduklarını ifade etmektedir. Bu hadis ile birlikte Allah’ın hüccet olsun diye peygamber ve kitaplar gönderdiğini bildiren ayetler bize şu anlayışı göstermektedir ki “Aslolan risalet mesajının iletilmesidir.” Sonuç olarak ahmağa da sağıra da yaşlı olan kimseye de risalet ulaşmış ancak onların yanında bazı arizi sebeplerden dolayı sabit olmamıştır. Bu minvalde cahil olan kimseye de risalet mesajı ulaşmış ancak bir takım arizi sebeplerden dolayı ilim yanında sabit olmamıştır. Bundan dolayı bu kimse yaşlı ve ahmak gibi mazur sayılır. Bu hadis dolaylı olarak bize cehaletin mazeret olduğuna işaret eder.
7.Delil; Hz Aişe r.a’den şöyle dedi ki: Size Resulullah sav ve kendimden bahsedeyim mi?
Biz , evet dedik. Aişe: ”Nebi sav benim yanımda bulunduğu gece olunca geldi. Müteakiben ridasını yere koydu,ayakkabılarını çıkarıp onlarıda ayaklarının yanına koydu. İzarının bir tarafını döşeğinin üzerine yayıp uzandı. Ancak benim uyuduğumu zannedinceye kadar bekledi. Müteakiben yavaşça ridasını aldı. Kapıyı yavaşça açtı, evden çıktı yavaşça kapattı.
Elbisemi başımdan geçirip büründüm. İzarımı da giyindim, sonra arkasından gittim. Nihayet Resulullah sav BAKİ mezarlığına vardı, ayakta durdu ve duruşunu uzattı. Sonra üç defa ellerini kaldırdı. Sonra üç defa ellerini kaldırdı. Sonra geri döndü. Bende geri döndüm. O süratle yürüdü. Bende süratle yürüdüm. O koştu bende koştum.Neticede ben onun önüne geçtim ve eve girdim. Ben yatar yatmaz o da eve girdi ve:
Ya Aişe, neyin var soluk soluğasın, buyurdu. Ben: Bir şey yok dedim.
Ya bana haber verirsin, yahut da “Latifu’l Habir” Olan Allah bana haber verir, buyurdu.
Ben ya Rasulullah: Anam babam sana feda olsun dedim ve olanı anlattım. Önümde gördüğüm insan karıltısı sen miydin ? buyurdu.. Bunun üzerine beni gögsümden bir defa itti ve bu itişle beni sarstı. Sonra: Allah ve Resulunun sana zulmedeceğini mi sandın? dedi. Aişe: İnsanlar her ne kadar gizlese de Allah onu bilir mi ? dedim. Resulullah, evet buyurdu.”(6)
İbn Teymiyye bunu cehalet özründen sayıp şöyle demiştir; “İşte Müminlerin annesi Aişe (ra) Nebi (s.a.v)’e ‘Allah insanların gizlediği her şeyi bilir mi’ diye sordu. Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) de ona ‘evet’ dedi. İşte bu Aişe (ra)’ın bu hususu bilmediğine ve Allah’ın insanların gizlediği her şeyi bildiğini öğrenmeden önce kafir olmadığına delildir. Bu hususları ikrar etmek her ne kadar hüccet ikamesinden sonra imanın asıllarından sayılsa ve de Onun her şeyi bildiğini inkar etmek tıpkı her şeye gücünün yettiğini inkar etmek gibi olsa da bu böyledir. Bununla beraber Aişe (r.a) günahtan dolayı kınanmayı hak etmişti. Nitekim bundan dolayı Nebi (s.a.v) onu şiddetli bir şekilde itti ve “Allah ve Rasulünün sana haksızlık yapacağından mı korktun” buyurdu.”
Bu anlattıklarımızdan sonra Hz.Aişe’nin sözünün küfür olduğu açığa çıkmaktadır. Fakat sözü söyleyenin tekfir edilmesine gelince, terk edenin kafir olacağı hüccet kendisine ulaştırılmadığı(ikame edilmediği) sürece hüküm verilmez.”(7)
8.Delil; “Âişe radıyallâhu anhâdan; şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v) Ebû Celim b. Huzeyfe’yi zekât toplayıcı olarak gönderdi. (Gittiği yerde) bir adam, malının zekâtı konusunda onunla tartıştı. Ebû Cehm, adama vurup başını yardı. (Yaralının velîleri) Rasûlullah’a gelip: “Kısas isteriz yâ Rasûlallah!” dediler.
Rasûlullah (s.a.v): “Size şu kadar mal var (kısastan vazgeçin)” dedi. Razı olmadılar. Rasûlullah tekrar; (artırarak); “Size şu kadar mal” buyurdu, yine razı olmadılar. Hz. Peygamber (s.a.v) (üçüncü defa ve artırarak): “Size şu kadar mal var, (kısastan vazgeçin)” buyurdu. Bu sefer razı oldular.
Hz. Peygamber (s.a.v): “Öğleden sonra halka hitâb edip, razı olduğunuzu haber vereceğim” buyurdu.
Onlar da: “Evet”(tamam) dediler.
Rasûlullah (s.a.v) halka hitabederek şöyle dedi: “Leysliler (Leys kabilesinden olan davacılar) bana, kısas istemeye geldiler. Ben de onlara şu kadar mal (en son teklif edip de onların razı oldukları malı söyledi) teklif ettim, razı oldular, (halka duyurmak için) razı oldunuz mu?” buyurdu. “Hayır” dediler.
Muhacirler, (peygamberi yalancı duruma soktukları için) üzerlerine atılmak istediler, Rasûlullah vazgeçmelerini emretti. Onlar da bıraktılar. Rasûlullah sonra davacıları çağırıp, malı artırdı ve: “Razı oldunuz mu?” dedi. “Evet” dediler…”(8)
Leysi kabilesindeki bu grup peygamberi yalancı çıkarmışlardı. Hatta bu yaptıklarından dolayı sahabe onların üzerine yürümüş ancak peygamber buna engel olmuştur.
İbn Hazm bu konuda şöyle demiştir; “Bu hadis cehaletin mazeret olduğuna delildir. Çünkü onların bu yaptıkları onları dinden çıkarmamıştır. Şayet kendilerine hüccet ikame edildikten sonra bunu yapmış olsalardı kafir olurlardı. Ancak cehaletlerinden dolayı mazeretlidirler bundan dolayı tekfir edilmezler.”(9)
9.Delil; Abdullah b. Abbas -radıyallahu anhuma-‘dan rivayet edildiğine göre; bir adam Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-‘e; Allah ve sen dilersen (olur) deyince Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem- ona: «Beni Allah’a eş mi koşuyorsun? Yalnız Allah diledi, de!» buyurdu.(10)
Hadis tevil yapılamayacak açıktır. Adam Hz.Peygamber ile Allah’ı Kudret bakımından aynı seviyede görmüş sen ve Allah demiştir. Allah Resulü bu kimseyi uyarmış, sadece Allah dilerse olur demesi gerektiğini söylemiştir. Ancak adam bunun mahiyetini bilmediği için mazurdur. Çünkü Resulullah bu kimseyi tekfir etmemiştir. Dolaysıyla bu hadiste cehaletin mazeret olduğuna delildir.
10.Delil; Allah Havariler ile Hz.İsa arasında olan bir olay hakkında şöyle buyurmuştur.“Havâriler “Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” diye sormuşlardı. O şöyle cevap verdi: “Eğer iman etmiş kimseler iseniz Allah’a saygılı olun.”(Maide/112)
Bu ayet müfessirler açısından ihtilaflı bir meseledir. Kimileri Havarilerin Allah’ın kudreti konusunda şüpheye düştüğünü ifade ederken kimileri ise şüpheye düşmediklerini ifade etmektedirler.
Taberi bu iki görüşü şu şekilde açıklamaktadır;
- “Bir kısım âlimlere göre bu soruyu soran Havariler, aslında Allah’ın kudretinden şüphe etmiyorlardı. Fakat onlar bu ifadeleriyle, Hz. İsa’nın, Aİlah Teala’dan yemek indirmesini isteyip istemeyeceğini öğrenmek istiyorlardı.
Hz. Aişe (r.anh.) ve Said b. Cübeyr’in bu görüşte oldukları rivayet edilmektedir. İbn-i Ebi Müleyke, Hz. Aişe’nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: “Havariler, Allah’ın, gökten sofra indirebileceğinden şüphe etmemişlerdir. Fakat onlar demek istemişlerdir ki: “Ey Isa, sen Rabbinden bunu dileyebilir misin?” Âyeti bu şekilde izah edenler, ifadesini şeklinde, ifadesini de şeklinde okumuşlardır. Bu kıraata göre âyetin bu bölümünün mânâsı: “Sen Rabbinden dileyebilir misin?” demektir.
- Abdullah b. Abbas ve Süddi’ye göre ise bu âyette zikredilen Havariler, gerçekten dinleri hakkında şüpheye düşen, Hz. İsa’nın hak Peygamber olup olmadiğini anlamak için ondan mucize isteyen ve “Rabbin gökten bir sofra indirebilir mi?” şeklinde sorular soran kimselerdir. Abdullah b. Abbas bu hususta demiştir ki: “İsa (a.s.) İsrailoğullanna: “Sizler Allah için otuz gün oruç tutup da sonra da ondan bir şey dileyecek olursanız, o size dilediğinizi verir. Çünkü çalışanın ücretini onu çalıştıran verir.” demiştir. Onlar da otuz gün oruç tuttuktan sonra: “Ey hayırlar muallimi, bize dedin ki: “Çalışanın ücretini onu çalıştıran verir.” Bize otuz gün oruç tutmamızı emrettin. Biz onu yaptık. Biz, herhangi bir kimseye otuz gün çalışacak olsaydık o bizi, işi bitirir bitirmez yedirip doyururdu. Şimdi senin Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” dediler. İsa da dedi ki: “Eğer hakkıyla iman edenlerdenseniz bu gibi soruları sormaktan dolayı Allah’tan korkun.” Onlar da dediler ki: “Ondan yemeyi, kalplerimizin huzura kavuşmasını, senin bize doğru söylediğini bilmeyi ve ona şahitlik edenlerden olmayı istiyoruz.”
Süddi diyor ki: “Hz. İsa’nın istemesi üzerine, Allah onlara etin haricinde, içinde her türlü yemek bulunan bir sofra indirdi. Onlar da ondan yediler.”
Taberi bu iki görüşü beyan ettikten sonra kendilerine yemek indirilmesini isteyen Havarilerin, dinlerinde ve Hz. İsa’nın hak Peygamber olduğu hususunda şüpheye düştükleri için gökten yemek indirilmesini istediklerini söyleyen görüşün daha evla olduğunu zikretmiştir(11) Bizde İbn Abbas ve Taberi’nin düşüncesini benimsiyoruz. Nitekim Maide/115 ile Allah onları uyarmış kendilerine Allah’ın kudreti görüldükten sonra inkar edenin azab edileceğini bildirmiştir. Bu ayetler aslında cehaletin mazeret olduğuna hüccet ikame edildikten sonra inkarın azabı müstehak kılacağına delil teşkil etmektedir.
Sonuç olarak tüm bu delillerden de anlaşılacağı üzere cehalet gerek akidevi konularda olsun gerek ameli konularda olsun mazerettir. Akli ve nakli deliller de zaten buna işaret etmektedir.
Kaynakça;
1- İbn-i Mâce, Fiten, 26
2- Fetava 11/407
3- Fitye fi Tazimil meşayih-34
4- İmam Ahmed Musned-26/228 no;16301
5- İbn Kesir Tefsiri 5/58 – İbn Hacer Fethul Bari-3/346
6- Müslüm 974-103
7- Fetava/11-412
8- Ebu Davut Diyetler/13
9- el-Muhalla 10/410
10- İbn Mace; Keffaret/2-13,Müsned Ahmed;1/214,247,283
11- Taberi Camiul Beyan (Maide/112)
Hocam Râgıb el-İsfahânî, insanı diğer canlılardan ayıran meziyetlerin başında akıl ve bilginin geldiği şeklindeki yaygın görüşü hatırlatarak hayatını bilgisizlik içinde geçiren bir kimsenin hayvanlık mertebesini aşamayacağını, hatta varlık alanına çıkmış dahi sayılamayacağını belirtmiştir. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz hocam.
Akıl konusunda üstad ile aynı düşünüyoruz. Tabiki akıl insanları diğer canlılardan ayıran en önemli meziyettir. Ancak ilim konusuna gelince burada bazı detaylar söz konusu, öncelikle İslam ilmi ön plana çıkarmıştır ki biliyorsun ilk emir okudur. Ancak Burada bir rivayeti hatırlamak gerekiyor hadis zayıf olsa da mana olarak doğrudur. Şöyle ki; “İnsanlar helâk oldu; âlimler müstesna. Âlimler de helâk oldu; ilmiyle amel edenler müstesna.Amel edenler de helâk oldu; ihlâs sahipleri müstesna…” Bu minvalde Resulullah Faydasız ilimden Allah’a sığındığını ifade etmiştir. Bundan dolayı bilgi dediğimiz şey her zaman mutlak belirleyici değildir. Kimileri Alimdir ve çok bilgilidir ama o bilginin ona hiçbir faydası yoktur. Kimileri kocakarı imanına sahiptir çok şey bilmez, ancak bildiği az şeyle amel eder buda ona fayda verir. Bu yüzden birinin İslamı yaşaması için aslında ilimde derinleşmesine çokta gerek yoktur. İsfahani’nin bilgisizlik söylemini şu şekilde tevil edebiliriz. Bilmesi gerektiğini bildiği halde bunun için mücadele etmeyen elinin tersiyle itip cahilce (burdaki cahillikten kastım bilmeme hali değil inattır.) hareket eden kimsenin hayvandan çokta bir farkı yoktur.
Teşekkür ederim hocam. 😊😊
Sevgiler kardeşim.
PEKİ BU GÜNKİ İNSANLAR HANGİ DURUMA TABİDİR NAMAZ, ORUÇ ZEKAT, HAC VE TÜM İBADETLERİ Bİ,LİDİKLERİ HALDE YAPMIYORLAR BİR KISIM RED EDİYOR BİR KISIM RED ETMEDEN YAPMIYOR.BU İŞİN SONU NEOLACAK
Tekfir için yeterli gerekçe yok bize düşen davettir. İnsanlar hakkında bırakalımda yargıyı Allah versin teşekkürler.